Aslında hep içinde gizlediği yazma nedenini dizelerinde açığa vurmuştu: “Vesikası dizelerim olsun / bu yitik aşkın, / imgesiz, / ne uzun ne kısa… / Mührü olsun / sızımın; / Sende bil diye, hala, / Tanı diye, / Sev diye en çok, / Unutma diye…”
- Saat tam 3’te AZC Plaza’nın önünde görüşürüz, mı?
- Tamam, görüşürüz.
Bu kısa diyalogdan sonra yatağa yığıldı. Öylece tavana baktı gözleri. İçi içine sığmıyordu; hiçbir şey düşünemeyecek kadar sevinçli, dikkatini hiçbir şeye veremeyecek kadar da heyecanlıydı; aylardan sonra ilk kez sesini duymuş ve üstelik on altı saat sonra görüşmek üzere sözleşmiştiler. Bu kadarı bile onun için kocaman bir şeydi. “Artık rahatlayabilirim” diye düşündü.
Aylardır sayıkladıklarını, düşündüklerini, hissettiklerini o korkunç yalnızlığından -belki de yalnız bırakılmışlığından- özetleyip nihayet yüzüne karşı söyleyebilecekti. Kolay değildi elbette, dile kolay doksanbir gün beklemişti; sonraları bu bekleyişin öncesi ve sonrası diye bölümlendirdiği hayatını, “önce bana çok şey katan, sonra da benden çok şey eksilten, peş peşe, iki ayrı üç ay yaşadım. Öyle iki üç ay ki, aklımda bir tek o altı ay kaldı…Öncesi silindi, sonrası gelmedi” sözleriyle anlatmıştı.
Baran -hiç şikayetsiz- yıkılan hayallerin göçüğünde kalmayı kabul etmişti. Unutmak istemiyordu. Mutsuzdu ve mutluluk ona kapanan kapıların adresindeydi ya da tek bildiği adres oydu. Oraya da gidemezdi. Her gün yollarını aşındırsa da o adreslerin, gidip çalamazdı kapısını. Gurur yaptığından değil; bir yıkımı daha kaldıramayacağını biliyordu. Beyninden tüm umutların izi silinmişti oysa. Elif’e de kızgın ve öfkeliydi. Belki biraz umarsız ve bencil olabilse kolayca unutup gidecekti. Oysa o yaşadıklarını içinde kutsalı gibi saklıyor ve özlüyordu. Bazen kendine “ben hala Elif’e aşık mıyım, yoksa yaşanmışlığımızı mı özlüyorum” diye soruyordu. Elif’e de sormuştu bu soruyu. Elif hiç düşünmeden “yaşanmışlığı özlüyorsun” demişti. Aslında düğüm o anda çözülmüştü, vazgeçilmezi Elif değil, yaşadıklarına özlemiydi; ama Baran bunu çok sonra anlayacaktı. Ayrılık ince bir hastalık gibi hayatını altüst etmişti Baran’ın. Yüzü solmuş, avurtları çökmüştü. Seyrek sakalları yüzünü kaplamıştı. Zaten hep sıska-cılız bir hali vardı; ama bu kez bariz bir bedensel çökmüşlüğü, yıpranmışlığı göze çarpıyordu.
Aynaya baktığında “beni böyle görmemeli” dedi. Tıraş oldu. Çöken avurtları iyice belirginleşti yüzünde. Duş alırken bedeninin suya ne kadar yabancılaştığını düşündü. Ilımıştı suyu; ama yine de her başından aşağı suyu döktüğünde irkiliyordu. Su, sabun, tıraş bıçağı, tıraş köpüğü, havlu… Tüm bunlar nerdeyse çıkmıştı hayatından. Elbise dolabını açtığında gözüne ilişen elbiselerini en son ne zaman giydiğini hatırlayamadı. Öyle ya, hiç çıkmamıştı evden nerdeyse… Bir tek ekmek ve almak için çıkmıştı akşamları. Tüm bunları düşünürken aklına bu detayları günlüğüne yazmadığını hatırladı. Oysa yazmaya başlarken “hiçbir detayı atlamamaya özen göstermeliyim” demişti. Hiçbir günü atlamadan o doksanbir günün günlüğünü tuttu. Tam doksanbir sayfada ruh haline ayna tuttu böylece. Çoğu kez “niye istiyorum ki bu zehir zemberek günlerin günlüğünü tutmayı” diye soruyordu. Bazen dibe vurunca artık debelenmenin boşuna olduğunu düşünüp yazmak istemiyordu. Bazen de karşı koyamadığı içindeki yazma istediğiyle “yazmak oyalıyor beni veya bir sığınak oluyor” diyordu… Aslında hep içinde gizlediği yazma nedenini dizelerinde açığa vurmuştu:
“Vesikası dizelerim olsun / bu yitik aşkın, / imgesiz, / ne uzun ne kısa… / Mührü olsun / sızımın; / Sende bil diye, hala, / Tanı diye, / Sev diye en çok, / Unutma diye…” *** Elif’i tam olarak 2005 yılının 5 Eylül’ünde tanımıştı Baran. Aslında o gün tam olarak tanışmış sayılmazlardı, 3-4 saati birlikte geçirseler de aralarında 3-5 dakikalık bir diyalog bile kurulmamıştı o gün. Korsan bir eylemdi. Kalabalık hızla geri çekilirken panzerler eşliğinde polisler yaklaşıyordu. Havayı biber gazı kaplamıştı. Kalabalık arasında ikiye bölünmüş limonlar elden ele dolaştırılıyor ve göz çukurlarına sürülüyordu. O hengamede atılan bir gaz bombası Elif’in bacağına isabet etti ve Elif olduğu yere çöktü, ayağı yanmıştı.. Baran uzaklaşırken Elif’i farketti. Kalabalık Elif’ten epey uzaklaşmıştı. Polislerle aralarında 200 metre ancak vardı; ama polisler çok yavaş yaklaşıyorlardı. Baran bunu farkedip Elif’in yanına koştu ve elini tutup koşmasına yardım etmek istedi; ama Elif’in canı çok yanıyordu, kalkmayı istediyse de yapamadı. Gözyaşları Elif’in gözlerini sulandırmış; ama henüz yanaklarına dökülmemişti. İri siyah gözlerinde ıslak bir parlaklık vardı Elif’in. Baran’ın aklına çakılacak, gözlerinin önünden hiç silinmeyecek bir andı. Elif ıslanmış toprağı can havliyle bacağına sürüyordu.
İki üç dakika daha Elif’in düştüğü yerde acısının hafiflemesini beklediler. Polislere en yakın ikisi kalmıştı. Baran “artık uzaklaşmalıyız” deyip elini uzattı Elif’e. Sonra pek hızlı olmasa da kalabalığa doğru ilerlediler. O gün şehirde hayat durmuştu. Gemlik’ten dönen otobüslerin kırılan camları ve otobüstekilerin perişan hali kalabalığın öfkesini iyice arttırmıştı. Kantar kavşağı ve tüm caddeler sabah saatlerinden itibaren kitleyle dolmuştu. Alan “Amed uyuma, onuruna sahip çık” sloganıyla inliyordu. Başlarda onbinlerce olan kitle, şimdi küçük gruplara bölünmüş ve şehrin birçok yerinde gösterilerine devam ediyordu. Polis küçük grupları daha kolay dağıtabiliyordu; ama tam kontrol altına alamıyordu. Elif ve Baran da bir grupla hareket ediyorlardı. Yaşanan bir arbededen sonra birbirlerini kaybettiler. Baran saatlerce aradı onu. Bulamadı. Nasıl bulabilirdi ki? Sadece adını biliyordu. Ne telefon numarasını almak gelmişti aklına, ne de onu nerde bulabileceğini sormak… Elif’i ilk defa görmediğinden emindi; ama bir türlü ilk ne zaman gördüğünü hatırlayamıyordu. Sudan çıkmış balık gibi hissetti kendini. Bir daha nasıl görebilecekti Elif’i? Nasıl olur da birlikte geçirdikleri o 3-4 saatte telefon numarasını almazdı? Çaresiz eve dönerken kendine durmadan kızdı. Eve geldiğinde sessizce odasına girip ışığı açmadan üstünü değişti. Ellerini ve yüzünü sabunla yıkadı; biber gazı sinmişti her yerine. Yatağına uzandığında bacaklarının sızladığını hissetti. Çok geçmeden yorgunluğunu ve sızlayan bacaklarını unutup Elif’i düşünmeye başladı. İlk nerde gördüğünü hatırlamaya çalıştı ve aniden yataktan sıçradı. “Serhat, evet Serhat kesin tanıyor onu; onun gittiği dershanede görmüştüm ilk…” deyip dikkatsizce telefonunu aramaya koyuldu. Serhat’ı aradı. Hal hatır sormayı unutup direk “ya Serhat, sizin dershanede Elif diye bir kız vardı, sende onun telefon numarası var mı?” diye sordu. Serhat meraklı bir ses tonuyla “var da, hayrola, niye istiyorsun?” Baran sıkılarak “bugün eylem vardı ya, eylemde ayağına gaz bombası isabet etti. Bende merak ettim, arayıp sorayım, dedim” dedi. Neyse ki Serhat çok üstelemeden numarayı verdi. Baran hiç saate bakmadan hemen aradı. Defalarca çaldı telefon. 3. kez arayacaktı ki, durdu. “Ne diyeceğim ki?” dedi. Yine de son bir kez aradı, yine cevap alamadı. Sonunda mesaj bıraktı: “Baran ben. Merak ettim seni. Nasıl oldun? Cevap yazarsan sevinirim.” Sabırsızlıkla bekledi Elif’in aramasını. Ve nihayet diğer gün öğleden sonra Elif aradı. Buluşup görüştüler. O günden sonra 3 ay boyunca her gün görüştüler, saatlerce de telefonla konuştular. Paylaşarak geçirdikleri her gün hayatları daha çok iç içe geçiyordu. Öyle ki birbirlerini kaybetmekten korkuyorlardı artık. Herşey çok başkalaşmıştı gözlerinde. Mutluydular. Öyle çabuk gelişip olgunlaşmıştı ki herşey, olan biteni hiç sorgulamamış, kendilerini akışına bırakmışlardı… Ta ki Elif’in, akıl almaz bir şekilde, gittikçe sıkılaşan bağlarını koparıp tüm yaşadıklarını “alışkanlık” olarak nitelemesine kadar. Baran yutkunarak “alışkanlık demek” deyip adata lal kesildi. Sonrasında bir şeyler sormak istese de aldığı cevap çok netti: “Hiçbir sorunun cevabı yok bende Baran.” İşte günlüğüne işlediği o doksan bir gün, o günden sonra başlayacaktı.
***
Üstü açık bir şekilde uyuyakalmıştı. Günlük defteri doksan birinci sayfasından açık halde göğsünde duruyordu. Pencereyi de açık unutmuştu. İçeri giren soğuk havayla üşüyüp uyandı. Hava daha tam aydınlanmamıştı. Uzak camilerden ezan sesi geliyordu. Rahatladı; uyandığında geç kaldığını düşünmüştü. Pencereyi kapatıp tekrar uyumak için yatağına kıvrıldı. Henüz dalmıştı ki telefonu çaldı. Mesaj uyarı sesiydi. Garipsedi. Parmaklarını bir süre tuşlarda gezdirdi. Kötü bir haber alacağını anlamıştı. Uzun süre bakmak istemedi mesaja. Sonra “sadece kimden geldiğine bakayım” dedi. Mesaj Elif’ten gelmişti. Baran merakla hemen hızlı hızlı tuşlara basıp okudu mesajı. Sadece bir kelime yazmıştı. Baran’ın benzi sapsarı oldu ve donup kaldı bir süre. Sonra yatağının üzerinde açık duran defterini alıp yeni bir sayfa açtı. Önce tarih ve saati yazdı, sonra da tek bir kelime: “Gelemeyeceğim.”